İBN-İ SİNA
Amuderyanın bir kolu yakınlarındaki Gürgancın Şirazi gül bahçelerinde yahut Hariz ilinin öte kuytu gölgeliklerinde, yapayalnız biri dolaşırmış. Binyıl kadar öncesi
Aksarıkılı ciddi yüzü kara sakallıymış elinde hep bir kitapla gezermişki sürekli kıpırdayan dudaklarından belki şu sorular dökülerek: Ben kimim? Ben neyim? Görevim nedir? Yolum nereye?
Gelecek iki yıl sonrası dünyamız, Onun Bininci doğum yıldönümünü özellikle kutlayacaktır. Zira, batı bilim ve kültürü, Onu iyi tanır ve Kendini ona borçlu sayar. Ya o zaman bize neler yapılır. İllede O, doğu bilginini doğum yıldönümü, derin bir sessizlik yahut göstermelik birkaç sözlemi geçip gider? Varsın hala kimileri, adından, dilinden yerinden yurdundan dolayı, Türk mü? Arap mı? A>cem mi? Diye tartışadursunlar biz sadece üstünde bulunduğumuz bilim ve kültür yolunda kimin neleri nasıl söylediğine kulak verelim.Öteki bilgiler yanında tıpda öğreniyor. Teorik bilgimi hastalar üzerindeki gözlemlerle bütünleştiriyordum. Böylece aralıksız çalışmayı sürdürdüm. Geceleri de okumakla yazmakla uğraşırdım. Bir ara aristotalesin metafizikini incelemeye başladım. Bu kitabı belki kırk kez okuduğum halde anlayamadım. Umutsuzluğa kapıldım. Bire mezattan salık verilen başka bir kitabı satın aldım. Bu Farabinin aynı konu üstüne yazdığı Mübadüttabia adlı kitabıydı. Eve gelince hızla okumaya başladım. O ana kadar anlayamadığım konuyu hemen kavradım.. ve secdeye kapanarak Tanrıya sükranlar sundum.
Şimdi bu sözlerin sahibi ibni sinanın kısacık yaşam öyküsüne bir göz atalım.
Kökeni Emvlanadan önceki Belh şehrine dayanır. Soyu şamanoğullarıu devletinin başkenti Buharaya yerleşmiş varlıklı, memur bir ailede gelir. Öyle yetenekli bir çocuktur ki kuran-ı 10 yaşında ezbeler. Onyedisinde döneminin geçerli temel bilimlerini öğrenir ve kendisine genç hekim dedirtir.
Bir gün Emir mansurun oğlu Nuh bin mansur hastalanırç genç hekimi saraya çağırırlar. O da hastasını şifaya kavuşturur. Böylece sarayın saygınlığı yanında, sengin kitaplığını da kullanma hakknını kazanır tükenmez okuma, öğrenme, inceleme araştırma açlığı içinde düşünmeye, yazmaya koyulur..
MİMAR SİNAN
Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. Sinan, At Meydanı’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarlığa özendi, vatanın bağlarında ve bahçelerinde su yolları yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustaları mahiyetinde han, çeşme ve türbe inşaatında çalıştı. 1514’te Çaldıran, 1517’de Mısır seferlerine katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atlı sekban oldu. 1526’da katıldığı Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sırası ile acemi oğlanlar yayabaşılığı, kapı yayabaşılığı ve zenberekçibaşılığa yükseldi.
1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte “Haseki” rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.
Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi.
Mimar Sinan, katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yı görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. İstanbul’da devrin en meşhur mimarları ile Bayezid Camii’nin ustası Mimar Hayreddin ile tanıştı.
Bazı Eserleri
Sinan’ın mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesi’dir.
Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, O’nun sanatının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrıca imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.
Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Yirmiyedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüşü ile Süleymaniye Camii, olgunlaşmış bir mimariyi temsil etmektedir.Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur.
Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir.Sinan bu camiin ustalık eseri olduğunu ve bütün sanatını Selimiye’de gösterdiğini belirtmektedir.
Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diğer kısımlar taşıdıkları yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalın değildir. Kullandığı bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.
Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir.
Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.
Depreme Dayanıklı
Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler.Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır.Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş.Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.
Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur.Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.
İşte Sinan’ın eserlerini inceleyen ve birçoğunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpınar’ın söyledikleri:
“Karşılaştığım bir özellikten dolayı gözlerime inanamadım. Sinan’ın eserlerinde en ufak bir çıktı ve desen dahi tesadüf değil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmiş. Çünkü yapıyı herşeyi ile bir bütün olarak ele almış. Bütün ölçülerini ebced hesabına göre yapmış ve bir ana temayı temel almış. Ölçülerini asal sayıya göre yapmış ve onun katlarını baz almış. İlmini din ile bütünleştirip mükemmel eserler ortaya koymuş. Örneğin SinanKur’an-ı Kerim’de geçen “Biz dağları yeryüzüne çivi gibi gömdük...” ayetinden etkilenerek yapılarının yer altındaki kısmını ona göre inşa etmiş. Yapıları hislerine göre değil, matematiksel olarak oluşturmuş. Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir.
Albert einstein
Albert Einstein, Almanyada 14 Mart 1879 tarihinde doğdu. Doğumundan kısa süre sonra ailesi Munich’e taşındığı için eğitimine Munich’deki Luitpold Gymnasium’da başladı. Bu dönemlerde annesinin ısrarı ile keman dersleri alıyordu. 1894 yılında Hermann Einstein’ın iflası sonucu aile İtalya’ya taşındı. Bu dönem, Albert okulunu bitirmek için dönem sonuna kadar Munich’te kaldı. 1896 yılında ailesi tarafından eğitimine devam etmesi için Aarau, İsviçre’ye gönderildi ve Zurich’deki Swiss Federal Polytechnic School’a fizik ve matematik öğretmeni olmak için başladı. 1901’de mezun oldu ve İsviçre vatandaşlığına hak kazandı. Öğretmenlik yapabileceği bir pozisyon olmadığı için teknik asistan olarak İsviçre Patent Ofisinde çalışmaya başladı. 1905 yılında doktorasını tamamladı.
Patent Ofisinde çalıştığı sürede birçok önemli iş yaptı ve 1908’de Berne’e okutman olarak atandı. 1909’da Zurich Üniversitesinde Professör ünvanı ile çalışmaya başladı. Daha sonra 1911’de Prague Üniversitesinde Fizik Professörlüğüne erişti fakat 1912’de benzer bir pozisyon için Zurich Üniversitesine geri döndü. Burda, matematikçi Marcel Grossman ile çalışmaya başladı. Bu dönemde Albert, zamanı dördüncü boyut olarak tanımladı. 1914’de Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü müdürlüğüne ve Berlin Üniversitesinde Professörlüğe atandı. Aynı yıl Alman vatandaşlığına geçti fakat 1933’de politik sebeplerden ötürü (Hitler’in ve Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi ve kendisinin Musevi olmasi) bu haktan vazgeçip Amerikaya göç etti ve
Princeton Üniversitesinde Professör oldu. 1940 yılında Amerikan vatandaşı oldu ve 1945’de Princetondaki işinden emekli oldu.
İkinci Dünya Savaşından sonra Albert Einsten dünya üzerinde belirli bir saygınlığa ulaşmıştı. Kendisine yapılan İsrail başkanlığı teklifini reddetti fakat Dr.Chaim Weizmann ile Jerusalem Musevi Üniversitesinin kuruluşunda ortak çalıştı. 1945 yılında Roosvelt’e yazdığı mektupta nükleer silahların yapılabileceğinden bahsetti fakat Hiroşima faciasından sonra bu icadından dolayı duyduğu pişmanlık ile ölümüne dek nükleer silah kullanımına ve geliştirilmesine karşı bir tutum izledi. Atom Bombası
Albert Einstein, Avrupa ve Amerika’daki birçok üniversiteden fizik, tıp ve felsefe dallarında onursal doktora almaya hak kazandı. 1920’lerde Avrupa, Amerika ve Uzak Doğuda ders verdi. Çalışmaları sayesinde birçok ödül aldı, bunlar arasında Copley Nişanı (1925) ve Franklin Nişanı (1935) da vardır
1903 yılında kendisi gibi bir fizikçi olan Mileva Maric ile evlendi, bir kızı ve iki oğlu oldu. 1919 yılında Mileva’dan boşanıp kuzeni, Elsa Löwenthal ile evlendi. Aldığı ilk Nobel Ödülünü boşanırken eski karısı Mileva’ya verdi. 18 Nisan 1955’de Princetonda öldü. Ölümünden sonra yapılan araştırmalarda beyin yapısının normal bir insandan oldukça farklı olduğu, çektiği çeşitli sorunların bu yapıdan kaynaklandığı ortaya çıktı.
–>